Tuesday, August 21, 2012

Akşam



gizli  karanlığın içinden

Deniz hafif dalgalı...

Martılar kanat çırpıyor sabahın ilk saatlerinde.

Bir kırılgan kütle, bir zaman dilimi içinde göğün mavisiyle buluşurken dağların yamaçlarında zeytin ağaçları binlerce yıllık bir öyküyü anlatıyor bana.

Sen, yürüyorsun bu arada...

Başın dik!

İçinde anlaşılmaz bir şamata...

De Andre’nin dizelerinde sararan gölgelerin, en kalın ağaç gövdelerinin altında, deniz kabuklarını arıyorsun.

İnsanca yaşamak senin de hakkın!

Sevmek ve sevilmek!

İçine işleyen acının savaş alanlarında yürüyüşünden kaynaklandığını biliyorsun.

Parçalanmış bir efsane, gece yarısı vardiyalar, özgürlüğün tanımı, kafanını kurcalıyor silah sesleri arasında.

Ve kendine soruyorsun, “Bu kirli savaş niye” diye...

Sabahın aydınlattığı bahçe, senin gece düşlerini getiriyor gözlerinin önüne...

İzmir’de dört bin kişi koşuyor, Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi’ne.

Foça’da bir şehit, 11 esker yaralı...

Taksi şoförleri para almıyor kan vermeye gidenlerden...

Oturup düşünüyorsun işte “Bu saldırı niye” diye...

Çatışma bölgeleri, ölümler ve acılar...

Yobazlar çok görüyor senin yaralı askerlerine kan vermeye gitmeni...

“Gâvur İzmirli onlar, oruç tutmazlar ki!”

***

Her zaman dediğim şu:

“Bu toplumu parçalayıp siyasal rant sağlayanlar, neden böylesine konuşanlara karşı tavır almazlar?”


Bir bilinmezlik içine itilen bizler...

Elimizden kalemleri almak isterler...

Hedef gösterirler gazetecileri, aydınları...

Onlar ki daha düne dek AKP’yi demokrasinin ve özgürlüklerin savunucusu diye yere göğe koyamıyorlardı.

Şimdi neredeyse tümü “kötü çocuk” oldu...

Fark edemediler kullanılıp günü gelince bir kâğıt gibi çöp tenekesine atılacaklarını.

Biat edeceklerdi...

Çünkü destekledikleri “biat kültüründen” geliyorlardı.

Artık her şey yerli yerine oturduğundan, şimdi sıradaki onları “hizaya getirmek” olmuştu.

Demokratik hak ve özgürlükler...

Şu bu!

Yok öyle bir şey!

Bana dokunmayacaksın, ne dersem “emret komutanım” diyeceksin.

***

Zaman böyle hızla akıp geçiyordu...

Baskı!İşten atma!

Eee, patronlar eski patron değildi...

Onlar da seni kullanıp bir süre sonra “atın bunu” deyince bir kenara koşacaktı...

Bu olup bitenleri, yaşadıklarımızı, yaşayacaklarımızı çok önceden söylemiştik.

“Biat” eden kalemler, senin üzerine saydıracak, en tepedeki patron,

seni hedef gösteren tetikçiyi benim, senin vergilerinle alınan uçağında dolaştırıyor ülke ülke...

O tetikçi, şimdi hedef gösterdiği “ağabeyleriyle” kaç yurtdışı gezisine gitti, kim bilir.

Ve dün sabah hafif poyraz ve martılar bana bunları anımsatırken sen hayatın daracık boşluğunda Paul Celan’ın gecenin yarısında, rüyaların hançeriyle bir şeyler söylüyordun.

“Gecenin yarısı... Rüyaların hançeriyle

Tutturulmuş kıvrımlı gözlere.

Acıdan bağırma: Bulutlar tül

gibi titremekte

Gece, bir ipek seccade gibi

yayılmıştı aramıza.”

***

Geçmişimiz tasalarımızla örtüşürken dağların yamaçlarına bakıyordun sen...

Ne gül yanar gövdende ne ölü karanfiller...

Rafet Alberti’yi okurken kıyımları, ölümleri düşünürsün hep.

Yüzünde yorgun sürgünlerin izi!

Ah çocucuğum, ah!

Ürkek bir şafağın uçsuz bucaksız özgürlüğünü istiyorsun sadece.

Savaş olmasın, akan kan dursun...

Haydi git aç kapıyı!

Gece oldu...

İşlek karanlıktan başka; oyuk rüzgârdan başka; hiçbir şey olmasa bile dışarıda.

Git aç kapıyı...

Yüzüne ay ışığı vuracaktır hiç beklemediğin anda!


Hikmet Çetinkaya

No comments:

Post a Comment